Aylık Yazı Dizileri
Atatürk’ün Sofrası
Kasım 2006
ATATÜRK’ÜN SOFRASI
Atatürk ve Nuri Conker, birinin hazırladığı, ötekinin uyguladığı plan sonunda Florya Köşkü’nün tüm nöbetçilerini atlatarak köşkten kaçarlar... Altlarında da, Nuri Conker’ in bir arkadaşının arabası vardır. Eylül sonu sonbaharın tadını çıkararak, akşamüzeri Çekmece’ ye doğru giderler. Birden Atatürk’ün gözleri, akşamüzeri güneşinde çift süren bir köylüye takıldı. Yaşlı bir adam sabanının sapına iyice yapışmış, toprakları yavaş yavaş deviriyordu. Fakat saban boyunduruğunun bir yanında öküz, bir yanında merkep vardı. Eşit güçlerle çekilmeyen saban yalpa yapıyor ve büyük emek sarf ediyordu. Atatürk şoföre hemen durmasını söyledi ve arabadan indiler.
Atatürk köylüye seslendi;
- “Kolay gelsin Ağa!”
Köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi;
- “Kolay gelsin beyim.”
- “İşler nasıl Ağa? Bu yıl mahsulden yüzünüz güldü mü?”
Köylü isteksiz konuştu;
- “Tanrının gücüne gitmesin bey, bu yıl yufkaydı mahsul. Kabahatin acığı bizde, acığı yukarda! Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi.”
- “Bakıyorum, sabanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?”
- “Var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar.”
- “Hiç vergi memurları köylünün üretim aracını satar mı? Olmaz böyle şey! Muhtara şikayet etseydin...”
Köylü güldü;
- “Muhtar başında deel miydi memurun, a bey?”
Atatürk dudaklarını dişleri arasında ezerek konuştu;
- “Kaymakama gitseydin.”
Köylü iyice güldü;
- “Sen de benle gönül mü eyleyon beyim?” dedi.
Atatürk konuşmayı sürdürdü;
- “E peki, İstanbul şuracıkta gideydin valiye anlataydın derdini...Onun işi bu değil mi?”
Köylü, Atatürk’ün saflığına inanmış iyiden iyiye gülüyordu. Konuşmanın tadını çıkardığı için keyiflenmişti de biraz. Kestirip attı;
- “Bırak şu sağarı Allasen, biz onun buralardan gelip geçtiğini çok gördük. Yakasına yapışsak acep derdimizi duyurabilir miiiz?”
Atatürk sordu;
- “Adın ne senin Ağa?”
- “Halil... Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler...”
- “Demek varlıklısın?.. Ağa dediklerine göre.”
- “Acık çiftimiz-çubuğumuz varken adımız ağa’ya çıkmış bey.”
- “Peki Halil Ağa, bu senin işin beni baya meraklandırdı. Benim bildiğime göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun. Hadi kaymakam şöyle, vali öyle diyelim; e peki bir başvekil İsmet Paşa var bilir misin?”
- “Bilmez olur muyum, beyim?”
- “Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul’a geliyor. Florya Köşkü’ne iniyor. Köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona... Herhalde çaresini bulurdu.”
- “Sen benim konuşmamdan hoşlaştın galiba bey, benimle gönül eyleyon. Emme bak şimci, tutalım gittim vardım, beni o kapıya komazlar ya...Tutalım ki kodular, koskoca İsmet Paşa’mızı göstertmezler ya. Tut ki gösterdiler ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağarın sağarı! Heç işitmez beni...”
Nuri Conker , lafa karışmak istedi, Atatürk bir hareketiyle onu durdurdu;
- “E peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın!” “Atatürk koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!...”
Köylü iyice keyiflenmiş, gülüyordu;
- “Sen ne diyorsun bey?” dedi. “Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için Peygamber gücü gerek...Hem tut ki gördük.Yiyip içmekten başını kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seyirecek?..”
Halil Ağa, sigarasının son nefesini ciğerlerine doldururken, Atatürk’ten yeni aldığı sigarayı da kulağının arkasın yerleştirdi. Halil Ağa, çiftinin başına gitmeye hazırlanıyordu, konuşacak bir şey de kalmamıştı. Atatürk köylünün omzuna elini koyarak;
- “Senden hoşlandım Halil Ağa” dedi Atatürk. “Bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. Açık yürekli bir vatandaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma ara!...”
- “Meraklanma beyim, evelallah heç kimse bizim hakkımıza el değdiremez. Fakat bu, Devlet Baba’ya borçtur. Ödenmesi gerek...”
Döndüler, arabaya bindiler. Halil Ağa, onları uğurladı.
Otomobil hareket etti. Atatürk’ün canı sıkılmıştı;
- “Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin!..” dedi.
Dönüş yolunda Atatürk konuşmuyor, sigara üstüne sigara yakıyordu.Yüzünde ince bir keder vardı;
- “Yahu çocuk, şu Halil Ağa’nın vergi borcundan öküzünü satmışız, merkeple çift sürüyor, hala da “Devlet Baba” diyor. Ne mübarek millet, bu millet!...”
Köşke döndüklerinde Atatürk yaverine emretti;
- “Şimdi” dedi: “İstanbul’da ne kadar vekil, milletvekili varsa hepsini telefonla bulacaksın!.. Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ ile İsmet Paşa’yı bul, onlara da haber ver.”
Yaver odadan çıktı.Atatürk, Nuri Conker’e döndü;
- “Şimdi sen de arabayla çıkıp o Halil Ağa’ya gideceksin. Ona benim kim olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam dersin. ‘Seni sevdi, sana öküz alıverecek’ diye bir şeyler söyle, kandır. Kuşkulanmadan al getir buraya!. ”
O akşam Atatürk’ün sofrasında Başvekil İsmet İnönü, Vekiller, milletvekilleri ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ’ dan oluşan yirmi beş konuk vardı.
Atatürk;
- “Bu akşam soframıza efendimiz gelecek” dedi. “Kendisine nasıl davranacağınızı çok merak ediyorum.”
Bir süre sonra içeri başyaver girdi ve Atatürk’ün kulağına bir şeyler söyledi.
Atatürk:
- “Buyursun!” dedi.
Başyaver kapıyı açıp da Halil Ağa, gündüz konuştuğu beyin sofranın başında oturduğunu, yanı başında da İsmet Paşa’nın yer aldığını görünce, şaşkınlıktan dona kaldı. Dizlerinin bağı çözülmüştü. Atatürk onu görünce ayağa kalktı. Arkasından tüm konuklar da ayağa kalktılar. Atatürk son konuğunu
- “Hoş geldin Halil Ağa” diye karşıladıktan sonra kendisini sofradaki konuklarına tanıttı;
- “İşte beklediğimiz , Efendimiz “ dedi.
Nuri Conker, Halil Ağa’yı Atatürk’ün sağ yanına oturttu, kendisi de yanındaki sandalyeye geçti. Atatürk, sofradakilere, o gün köşkten Conker’le birlikte nasıl kaçtığını, Halil Ağa’yı, saban boyunduruğunun bir yanında öküz bir yanında merkeple çift sürerken nasıl gördüğünü, sigara yakmak bahanesiyle nasıl kendisi ile konuştuğunu ayrıntılı bir şekilde anlattıktan sonra şöyle dedi:
- “Şimdi gerisini Halil Ağa ile birlikte yanınızda tekrarlayacağız. Ben sorduklarımı baştan soracağım Halil Ağa da orada bana söylediklerini olduğu gibi tekrarlayacak.”
Atatürk Halil Ağa’ya döndü;
- “Bak beri, Halil Ağa! “ dedi. “Sen bu akşam benim baş misafirimsin. Senin açık sözlülüğünü pek çok beğendiğimi bugün söyledim . Konuşmamızdan sonra sana hiçbir zarar gelmeyecek. Öküzünü de alacağım. Ama şimdi ben tarlada sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen tekrarlayacaksın. İşte soruyorum;
- “Bakıyorum sabanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?”
Halil Ağa dudakları titreyerek Atatürk’ün ayağına kapanacak oldu.Atatürk önledi;
- “Yoo, bak böyle şey istemem. Soruma cevap ver.”
Soru-cevap valiye kadar aynen tekrarlandı. Sofradakiler, soluk almadan konuşmayı izliyorlardı. Sıra ürkütücü sorulara gelmişti. Atatürk sordu;
- “Peki İstanbul şuracıkta, gideydin valiye, anlataydın derdini, onun işi bu değil mi?”
Vali Muhittin Üstündağ, Halil Ağa’nın ancak iki metre ötesinden kendisine bakıyordu. Nasıl desin? Ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı;
- “Vali Paşamızı biz görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek derdimizi duyurabilir miyiz ki...”
Atatürk;
- “Olmadı bu, Halil Ağa... Bana dediğin gibi, dosdoğru söyle...”
- “Böyle demedik mi beyim?...”
- “Ya, ben mi yanlış anladım?... Dur soralım bakalım Nuri’ye. Nuri, böyle mi dedi bize Halil ağa?”
Nuri Conker karşılık verdi;
- “Hayır Paşam!”
- “Gördün mü?... Demek aklında yanlış kalmış. Hani bir şey dediydin sen, vali neden duymazmış? Aynen bana söylediğin gibi söyle.”
Halil Ağa kekeleyerek konuştu;
- “Köylük yerinde bizim dilimiz sağar demeye alışmıştır paşam” dedi. “Kusura kalma gari...”
Atatürk gülmeye başladı;
- “Diplomatsın ki, yaman diplomatsın, Halil Ağa... Ama şimdi diplomatlık sırası değil, doğruyu konuşacağız... Söyle bana, orada dediğin gibi...”
Halil ağa gözünü yumup, başını yere eğdi;
- “Şaşırmıştım, ağzımdan yanlışlıkla ‘Bırak bu sağarı’ diye bir laf kaçırmışım...”
Sofrada gülüşmeler başlamıştı;
- “Hadi buna da oldu diyelim. Geçelim gerisine.”
- “E, peki bir Başvekil İsmet Paşa var, bilir misin?”
Halil Ağa İsmet Paşa’nın yüzüne baktı ve gözlerini yere indirdi;
- “Şanlı İsmet Paşamız bilinmez olur mu hiç.? O bugüne bugün ...”
Atatürk Halil Ağa’yı durdurdu;
- “Bırak şimdi övgüleri” dedi. “Ben lafın gerisini getireyim: Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul’a geliyor. Florya Köşkü’ne iniyor, köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona. Herhalde bir çaresini bulurdu.”
Halil Ağa yine kaçamak yanıt verdi;
- “Kapıya komazlar ya bizi, kosalar da şanlı paşamıza öküzümüzü mü yanacağız!..”
Atatürk’ün sesi iyice sertleşti;
- “Beni uğraştırma, Halil Ağa” dedi. “Erkek adam sözünü yalamaz. Ne dediysen , tıpkısını tekrarlayacaksın!..”
Halil Ağa ürktü, toparlandı, başını yine yere gömüp konuştu;
- “Şanlı Paşamıza da sağar dedikti ya...”
- “Yalnız sağar değil, ‘sağarın sağarı’ değil miydi?”
Halil Ağa yere eğik başını acıyla salladı;
- “Öyle dedikti paşam, doğrusun!..” diyebildi.
Atatürk, İsmet Paşa konusunda daha fazla ısrar etmedi, sözü kendine getirdi;
- “Son soruyu sorayım şimdi.” dedi “bunun da karşılığını ver, öküzünü al git.”
- “Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüz üstü bırakacak değil ya?
- “Hiç bırakır mı Aslan Paşam benim!... Erip erişir de tarlama dek gelir, halimi dinler.”
- “Bırak bunları Halil Ağa, dediğini tekrarla.”
Halil Ağa birden diklendi. Her şeyi göze almış insanların yiğitliği içinde doğruldu. Atatürk’ün gözlerinin içlerine bakarak konuştu;
- “İşte bunu demem Paşam” dedi. “Ağzıma ataş doldur, işte bunu demem!”
Atatürk gülmeye başladı;
- “Zorlatacak bizi bu Halil Ağa, laf anlamıyor.”dedi. ”Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için, Peygamber gücü gerek demiştin, yanılmıyorsam.’Görsem de, işinden gücünden, yiyip içmekten başını kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seğirtecek’ demiştin”
Halil Ağa’nın gözlerinden yaşlar inmeye başladı.Taş kesilmiş, duruyordu.Atatürk konuşmasını içtenlikle sürdürdü;
- “Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri” demeye getirdin ya fazla üstelemeyeyim” dedi ve devam etti; “Şimdi bak beni dinle, Halil Ağa... Seni şu kadar üzmemin sebebi, şunu anlatmak içindi: Şu gördüğün altı bay hükümet... Yani, biri Başvekil, ötekiler de Vekil! Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler diye bu makama getirilmişler. Bir kanun gerekti mi, bu baylar hemen sıvanırlar, İsviçre’den mi olur, İtalya’dan mı olur, Fransa’dan mı, velhasıl neredense, bir kanun buluştururlar, Türkçe’ye çevirtirler, sonra basıp imzayı gönderirler Büyük Millet Meclisi’ne... Bu Millet Meclisi dediğim, şu altı baştan senin yanına kadar olan beyler. Kanun bunlara gelir. Bunlar da ‘hükümet elbette incelemiş, gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca zorlanmama gerek yok’ derler ve kaldırırlar parmaklarını, olur sana bir kanun!... Ama sonra bir vergi memuru gelir, vergi borcundan Halil Ağa’nın öküzünü çeker, satar... Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir yanda öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim zorlaşırmış, kimin umurunda... Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar, işitirim, tasalanırım! E, hakça söyle bakalım şimdi Halli Ağa... Sen benim yerimde olsan, efkar dağıtmak için, bunları bu beylere konuşmak için içmez misin? Ama sonra da Halil Ağa tutar, sana ‘sarhoş’ der...”
Halil Ağa’nın dili çözülmüştü;
- “Öyle diyen yok haşa!... Dinden çıkmak gibidir... Buldun mu bunu, hacısı da içer, hocası da içer...”
Atatürk sordu:
- “Peki sen de içer misin?”
- “Hiç bulunur da içilmez olur mu, Paşam?... İçeriz ki, tıpkı şerbet gibi!...”
Atatürk Hizmet edenlere işaret etti, kadehleri doldurttu.Kendi kadehini Halil Ağa’ya uzattı:
- “Hadi bakalım Halil Ağa” dedi.”Sağlığına içelim.”
Halil Ağa boşaltıverdi kadehi.Yüzü kızarmış, gözleri parlıyordu. Ellerini dizlerinin üzerini koyarak Atatürk’e döndü;
- “Yunan’ı denize döktün Paşam, bayrağımızı başucumuza diktin. Benim gibi bir köylü parçasını sofrana alıp içirdin, sana duaya bilem dilim dönmez ki... Nidem ben şimdi? Bırak ki oh paşam, ayağını öpem...”
Halil Ağa Atatürk’ün ayağını öpmek için davranınca, Atatürk onu sıkıca tuttu ve bu hareketi yapmasını önledi. Halil Ağa bu kez, Atatürk’ün ellerine sarıldı, ellerini öpmeye başladı:
- “Bayrağımız gibi sen de başımızdan eksik olma inşallah! Sana her kim düşman ise, onun yeri senin ayağının altı olsun!... Gayri bana izin, koca Paşam!..”
- “Yemek yemedin!..”
- “Yemek kolay... Meraklanır çocuklar, ben köyüme dönem.”
Atatürk Nuri Conker’ e işaret etti. Conker kalkıp Halil Ağa’nın yanına geldi, Halil Ağa kalktı, önce Atatürk’ü sonra sofradakileri selamlayıp kapıya doğru edeple geri geri çıktı. Kapı kapandığı zaman Atatürk sofradaki diğer konuklarına döndü;
- “Efendimizin halini gördünüz mü beyler?” dedi. “Devlet size böyle davransa, siz ne yaparsınız? Mübarek millet bu. Adam millet bu... Şimdi bu adam milletin karşısında ‘adam olmak’ bize düşüyor!..”
Sofrada kesin bir sessizlik vardı.Kimse gözlerini Atatürk’ten ayıramıyordu;
- “Halil Ağa’nın öküzünü satıp, üretimini aksatan kanunu ya biz yaptık, ya da bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak Halil Ağa gibi çiftçilerin öküzünü satıyor. İkisi de bence birbirinden farksız... Böyle bir kanun yaptıksa, memleket çıkarlarına aykırıdır. Nasıl yaptık, nasıl yapmışsız bunu? Eğer yaptığımız kanun doğru da, yorumlaması yanlış oluyorsa, o zaman sormak lazım. Hükümet nasıl bir yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki, olay İstanbul’da geçiyor. Bunun Van’ı var, Bitlis’i var, kıyı bucak ilçesi var; acaba oralarda neler oluyor? Bu çark iyi dönmüyor efendiler!..”
Kaynak: İsmet Bozdağ’ın “Atatürk’ün Sofrası” kitabı.